Havaların mevsim normallerinin üzerine çıktığı, sıcaktan bunaldığımız şu günlerde aslında tabiattaki ilahi düzen gereği başka bir program yürürlükte, farkında mıyız? Hamlar yetiyor, meyveler olgunlaşıyor. Gündüzlerin çok uzun, gecelerin çok kısa olduğu bu mevsimde Allah istiyor ki; rızıkların bollaştığı, rızka erişimin kolaylaştığı şu mevsimin nimetlerinden istifade ederek kışa hazırlanalım. Çetin hayat şartlarında sokağa bile çıkılamayan günler için hazırlık yapalım.

Onun için bu mevsimin adı "zahire mevsimi." Eskiden analarımız ve babalarımız zahire mevsimini çok iyi değerlendirirlerdi.

"Orak biçmeye gitmek" tabirini kaçımız biliriz? Orak biçmek; yani ekinlerin biçildiği zaman o faaliyetin içinde olarak, senelik unluk ve bulgurluğun temin edildiği bereketli bir uğraş. Babalarımız bu tezgahtan geçtiler. Evlerimiz bağa, Yörüklerimiz yaylaya göçtüler. Bu seyahat, sıradan bir yolculuk değildi. Kışa hazırlık için Allah'ın arzından istifade etmekti. Meyveler itinayla yetiştirilir, dikkatli devşirilir, her şeyiyle değerlendirilirdi. Bağ ve bahçelerde ağaçlardan; olgunlaşan meyveler toplanır, kurutulacak mı, pekmezi mi yapılacak, reçeli mi yapılacak, öğütülüp ambara mı konulacak, ona göre gruplandırılırdı. Bir kısmı satılıp emek parası edilecek, bir kısmı komşular, yoksullar ve akrabalarla paylaşılacaktı. Dışından içi görünmeyen sepetlerle her günün sabahında adrese teslim, çam sakızı çoban armağanı vardı ailelerin. Kışlık bulgur kaynatma, tarhana yapma, kuruluk oyma, salça çıkarma, pekmez, sucuk, samsa, kırma yapma, erişte dökme, nişasta çıkarma, unluk yıkama, yatak dökme..komşuluk ilişkilerinin doyasıya yaşandığı ulusal uğraş alanlarımızdı.

Her günün sabahında; hatta geceden, komşunun zahiresine yardıma koşmak, ibadet gibi önemsenirdi. Kimse, emeğini kimseden esirgemezdi. Gözü gönlü bol, geniş Müslümanların sade ve kanaatkar yaşantıları, nimetlerin bereketlenmesine vesile olurdu. Sürüler, yaylaların mümbit otlaklarında yayılır, cennetlik annelerin seherlerini, akşamlarını feda ederek sağdıkları sütler bir koca şehrin peynirinin, çökeleğinin, tereyağının hazırlanmasında kullanılırdı.

Ulaşım ve haberleşme bu kadar yaygın değildi ama müthiş bir sıla-i rahim duygusu bütün bir milletin yüreğindeydi. İnsanlar düşündüklerini doğrudan muhataplarına anlatabilmek için bazen yarım gün hayvan sırtında veya yaya olarak yürümeliydiler. Ama ne gam, hiç yorulmaz ve usanmazlardı.

Hiç unutmam, dedemle üzüm keserken bağda yere düşen hetifleri tek tek toplatırdı. Tamamını kestiğimiz bir üzüm tiyeğini, en uçtan köküne kadar yeniden gözden geçirirdik. Olgunlaşmış tek bir meyveyi bile heder etmenin büyük saygısızlık olduğuna inanırdık.

Sabah çorbasını meyve ağaçlarının yakılan kuru dallarıyla pişiren annemize çer çöp toplayıp getirmek, büyük bir erdemdi. Hem ağaçların kuru dalları ayıklanır, hem de çorbalar bedava pişirilirdi. Hem de aslını bildiğimiz doğal gıdalarla beslenirdik. Her evin bir kuzusu, bir de bağın bahçenin otunu yolup o kuzuya yediren başka bir kuzusu vardı. İnsanlar tasarrufa çekirdekten alıştırılırlardı.

Altında hem gölgelenilen, hem de unutulmaz hatıraların yad edildiği, gün görmüş badem ve ceviz ağaçları vardı. Komşunun meyve ağacı komşuya izinsiz sarkmaz, meyveler sahibinden izinsiz alınmazlardı.

Sonra günler ayları, aylar yılları kovaladı, teknoloji gelişti. Ulaşım, haberleşme ve gelir kaynakları çoğaldı. Komşuluk, sıla-i rahim, muhabbet, paylaşma, yardımlaşma ve kanaat azaldı.

Geçenlerde bir bayram ziyaretinde bir kardeşim bahçesindeki kayısı ağacından habersiz, bütün kayısıların sergen gibi yere döküldüğünden bahsetti. Bir ihtiyaç sahibine toplaması için izin verseydiniz diyecektim, cesaret edemedim. Çünkü çok sıradan bir kayıp gibi anlattı meseleyi.

Şimdi; gidilemeyen bahçelerin toplanılmayan meyveleri, sahiplerine kırgınlıklarını, kuruyup çürüyerek ifade ediyorlar.

Anlık ve günlük yaşayan insanımız; aslını, neleri içerdiğini bilmedikleri çarşı malı gıdaları, tabi gıdalara tercih ediyorlar. Onun için de adı konulmamış hastalıklarla boğuşuyoruz.

Eskiden komşumuz tarhana yaptığında özlediğimiz ve kavuştuğumuz tarhana firiğini şimdi her an her yerden alabiliriz belki, ama doğallığını ve bir sokağın tümünün abdestli hanımlarının sevgi ve muhabbetlerini nereden bulacaksınız?

Eskiden bağlar, bahçeler, yaylalar birer tasarruf aracıydı, şimdi ise her biri devasa birer masraf kapısı. Hiç anlayamadığım bir başka husus şu ki; şehrin modern hapishanelerinden, yaylaya tebdil-i havaya çıkmış bu insanlar bağ ve bahçelerinin etrafını neden aşılmaz, ulaşılmaz duvarlarla çevirirler? Neden meyvelerini paylaşmazlar, neden neden neden? Bütün bu soruların cevabı yeniden doğal hayata, komşuluk ilişkilerine, dostluklara, kardeşliğe dönüşte aramak lazım.

Doğal yiyeceklere itibar edilmeli, çarşıdan alınan hazır gıdalara karşı ihtiyatla yaklaşılmalı. Kışlık zahire kültürü yeniden canlandırılmalı. Çeşitler azaltılmalı, gıdalar sade ve temiz olanından seçilmeli. Yazımızı yaz gibi, kışımızı kış gibi yaşamalıyız.

Şimdi; kaynak sularının kuruduğundan, bağ ve bahçelerin harap olduğundan şikayet eden insanımıza dön de geriye bir bak, Allah buyuruyor ki: "Şükrederseniz, nimetlerinizi artırırım. Ama eğer nankörlük ederseniz, bilin ki, azabım şiddetlidir" ayetini hatırlatmak isterim.

Yaptığımız apaçık bir nankörlük ve karşılığı da her gün şiddetlenen kuraklık, susuzluk ve bereketsizlik.

Rabbim zahire mevsiminin bereketini, bütün hayatımıza taşıyabilmeyi nasip etsin. Komşuluğumuzu, kardeşliğimizi iade etsin inşallah.

Kalın sağlıcakla.