1940’lı yıllar yokluk ve kıtlığın ülkemizi kasıp kavurduğu, buğdayların toprağa gömülerek saklanıp yendiği, ekmeklerin fırınlardan, Kayseri bezinin Sümerbank’tan karneyle alındığı günler yaşıyorken insanımız, babam 20 küsur yaşında zatürre hastalığına yakalanıyor.
İlaç yok, doktor ateş pahası, insan biraz kötüleşti mi evine gönderiyorlar Allah’tan umut kesilmez diyerek. Babaannem “Allah’tan başka sığınacak yerimiz kalmadı, dua ediyorduk hastanın başında” diye anlatırdı o günleri. Tam o günlerde bir Süryani komşumuz, yaşlı bir teyzemiz ziyarete geliyor babamı. Bir müddet hastayı gözlemledikten sonra babaanneme diyor ki: “Müsaade ederseniz, hastayı bir de ben okuyabilir miyim?” Bir anda büyük bir sessizlik oluyor. Babaannem titrek bir sesle “Olabilir” diyor. Ve bir Süryani elindeki incilden ölüm döşeğindeki babama dua ediyor.
Babam o ölümcül hastalıktan Allah’ın yardımı ile kurtuldu. Fakat babaannem o dua gününü ölünceye kadar unutmadı. Derdi ki: “İnancımdan olmadığı halde benim ızdırabımı paylaşmaya gelen komşumu Süryani de olsa reddedemez, O’nu incitemezdim. Bir an tereddüdüm ve kararsızlığım inancıma zarar verir mi endişesiydi” Seksen yıl öncesinin bu yaşanmış hikayesi bu milletin bin yıllardan süzülüp gelen kültürünün ne kadar engin bir nezaketi içinde barındırdığının bir misalidir.
Efendimiz (SAV) “Cebrail (as) bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, ben (Allah Teala) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim”(Buhari-Edeb) buyuruyorlar. Sırf bu sebepledir ki, Sahabe’den birine ikram edilen bir koyun başı, her evin komşusunu tercih etmesi sebebiyle 7 ev dolaştıktan sonra ilk ikram edene tekrar dönerdi. Yine bu sebepledir ki, kimse ekmeğini yalnız yemezdi. Ensar-ı Kiram, kardeş ilan edildiği Muhacir komşularına mallarını mahsullerini seve seve verebilir ve içlerinde bir sıkıntı duymazlardı.
Çocuktum, ilkokula bile gitmiyordum. Babam işini kaybetmişti. Annem nakış işleyerek aile bütçemize katkıda bulunmalıydı. Her gün ev işlerimizi bitirdikten sonra komşumuzun nakış makinesinde nakış işlemek için gittiğimiz komşumuzun annesi beni yaptığı el yapımı oyuncaklarla oynatırdı ki annemi meşgul etmeyeyim. Akşam olunca evimize dönerdik. Bu bir gün değil, iki gün değil, yıllarca sürmüştü.
Şimdi namazların sonun da fatihasını unutmamaya çalıştığım Fatma ninem akrabamız değildi, komşumuzdu. Bütün bir mahalle birbirini tanır, birbirinin dostu olduğunu bilir, ilgisini hiç eksik etmezdi o zamanlar. Almanların; Müslümanların yetim çocuklarını alıp yetimhane dedikleri o yerlerde ebe veya hemşire olarak yetiştirdikleri ve Hıristiyanlaştırdıkları bu milletin evlatları Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu şehirde yaşadılar. Evlendiler, çocuk sahibi oldular, bu millete hizmet ettiler. Ebenin bulunmadığı, iğne yapmak için var olan cam şırıngaların kullanıldığı yıllarda ev ev dolaşarak, garipleri gözeterek hizmet ettiler.
Komşuluk böyle bir şeydi bizim çocukluğumuzda. Bir mahallede genç bir ölüm vuku bulsa en az bir sene davullu düğün yapılmazdı o mahallede, komşuya hürmeten.Her mahallenin akil adamları vardı ve meseleleri hallederlerdi. Kavgaya mahal bırakılmazdı Müslüman mahallelerinde. Allah aşkına bir dönün de bakın geldiğiniz eski sokaklara, cumbalı evlere, bahçelerini duvarların değil böğürtlenlerin böldüğü, komşunun sesinin komşuya rahatsızlık değil zevk verdiği, komşuya bakan pencerelerin perdelerinin açılmadığı, geçmişin huzur kentlerine bir bakın ne olur.
Şimdi komşusunun kim olduğunu merak bile etmeyen, kapısını dövmeyen, korkudan kapısı dövülemeyen, çocukların komşulara değil bakıcılara emanet edildiği apartmanlarda yaşayan insanlar olarak geçmişe hiç özlem duymuyor musunuz? Komşunuza çocuklarınızı, ailenizi emanet edebilir misiniz? Komşunuzun hastasına, yaşlısına, yeni doğmuş bebeğine, haylaz çocuğuna tahammül edebilme erdemini gösterebiliyor musunuz? Komşunuza içinizi açabilecek kadar yakın mısınız? Ondan ödünç para isteyebilir, ya da ödünç verebilir misiniz? Komşunuzu kıskanıyor musunuz, yoksa ekmeğinizi paylaşabilir misiniz?
Dedem vefat ettiğinde bir amca babama getirmiş bir miktar para vermiş. “Evladım” demiş, “babanız her zeytin mevsimi bana birkaç zeytinlik kiralayabileceğim ödünç para verir, sezonun sonunda parasını iade ederdim. Ben de geçimimi sağlardım. Bu sene sezon sonuna ömrü vefa etmedi, işte paranız.” Ne dersiniz, böyle bir hatıranız var mı çocuklarınıza bırakacağınız? Sizin babalarınız, anneleriniz daha düne kadar tarhanasını, ekmeğini, kuruluğunu, salçasını, pekmezini, sucuğunu, bastığını imece usulü büyük bir zevkle komşularıyla bir şölen coşkusunda yapabiliyordu. Vasıtanın bu kadar bol olmadığı yıllarda her gece bir komşusunun işini görmek için uykusunu bölen ve bunu hiç yük edinmeyen babaların çocukları, ne kadar da bencilleştiniz. Şimdi kabaran iştihanızı bastırmak için olmayan paralarınızı, kredi batağından alıp alıp harcadığınız, etrafınızda neler oluyor bakmaya vakit bulamadan kendi pasif dairenizin içinde dönüp durduğunuz şu günlerde unutulmaya yüz tutmuş erdemlerinizi hatırlatmak istedim. Sözüm geçmişini, komşusunu, dostlarını dostluğunu, vefasını unutan hepimize. Komşuluğun mazide kalan o derin hazzını ve mutluluğunu tekrar yaşamak umuduyla.
Kalın sağlıcakla.