Ben, gelinlerin kayınpederlerinin yanında yüksek sesle konuşmadığı, evlatların babalarının yanında eşleriyle şakalaşmadıkları kuşağın çocuğuyum. Rahmetli annem, bizler evlenecek çağa geldiğimiz halde yine de kayınpederinin yanında konuşmazdı. Bir gün dedem “Yeter kızım, çocukların neredeyse baba oldu, artık meramını sesli söyle” demek ihtiyacı duymuştu. Bizim kuşağımızda anneler, eşler mahrem idiler ve çarşıda erkekler birbirleri ile konuşurken eşlerinden bahsetmek gerektiğinde “bizimki, Allah’ın emaneti, çocukların anası” diye bahsederler, adını söylemezlerdi. Bir gömlek almak için kadınların mağaza mağaza gezmesi hafiflik sayılırdı. Dekolte giyinen kadınların ise bizim memlekette adı başka bir şeydi. Hele hele bir hanımın kahvehaneye gitmesi, ocaklar söndürecek bir ayıptı. Çünkü yaşadığımız yer, bir İslam beldesiydi. Manevi hayatımızın vazgeçilmez kırmızı çizgileri vardı. Yaşadığımız şehrim tümü Müslüman da değildi. Hıristiyan ve Yahudilerle birlikte Alevi kardeşlerimiz de aramızda yaşardı. Ama genel ahlak kuralları değişmezdi. Yıllar yılları kovaladı, gelir kaynaklarımız ziraatten yavaş yavaş sanayiye kaydı. Ticaret gelişti, insanlar köyden şehre akın etmeye başladı, gelir seviyeleri ve hayat standartları yükseldi. İlk bozulma orada başladı..Köyden şehre gelen, bir fabrikada iş bulan asgari ücretli kardeşim kiraya tuttuğu damı akan gecekonduda televizyonsuz oturamaz oldu. Halbuki köyde yatsı namazı kılındı mı yatmalıydı, seherden kalkıp işine bakmalıydı. Hele iş buldum diye sevinen asgari ücretli kardeşim bir sene çalışmadan işten çıkarılmışsa kıyamet kopardı, köyüne gidemezdi utanırdı, şehirde oturamazdı, harçlığı yoktu. Gerisini sormayın artık o ve ailesi sokakta kalırdı. Derken üniversite geldi şehrimize. Yeterli yurt imkanı bulunmayan şehrimizde öğrenci evleri yeşermeye başladı. İlk başta mahalle halkının sahiplenip korumaya çalıştığı diğer şehirlerden gelen öğrenciler, üzerlerinden kalkan aile ve çevre baskısından kurtulunca, adeta azdılar. Onlar azınca mahallenin bakış tarzı değişti. Derken gayri meşru bir yaşam tarzı şehrimizde yayılmaya başladı. Önceleri üniversite gençliğinin gidip geldiği CAFELER açıldı, sonra liseliler de o CAFELERE kaydoldu. Sonra bu şehrin Müslüman ahalisinin hanımları da CAFE müdavimi oldular. Kahveler içildi, fallara bakıldı, sonra da yavaş yavaş CAFE arkadaşlıkları oluşmaya başladı. Sonra cep telefonları ve akıllı telefonlar devreye girdi. Facebook, Twitter derken batman çakıla karıştı. Önce bu hadiseleri değişik fanteziler olarak algılayan zavallı erkeklerimiz, fıtratlarında var olan “kıskanma” duygusunu hatırlayıp eşlerinin telefonlarındaki mesajları merak etmeye başladılar. Dananın kuyruğu burada koptu. Çünkü artık tavşan yamaca geçmiş, dönülmez bir yola girilmişti. Dünün büyük ayıpları, günümüzün vaka-i adileri olup çıkmıştı. Derken Müslüman şehirlerin adı Müslüman halkları herkes hayatını yaşasın, kimse kimseye karışmasın noktasına geldi. Şimdi artık Cahit ZARİFOĞLU Caddesi civarı Apart Mahallesine dönüştü. 1+1 Daireler artık günlük kiraya verilebiliyor, giren çıkan belirsiz. Şimdi Uncular Camii’nin bahçesine bir apart otel yapılacakmış. Bu kadar yozlaşmadan sonra yakışır şehrimize cami ile apart iç içe, oh ne güzel.
Halbuki artık içimizde Yahudi ve Hıristiyanlar yok, onlar şehrimizi 1940 – 1950’lerde terk ettiler. Yani tamamı Müslümanların evlatlarından oluşan bu şehir hala bazı ilahiyatçılar tarafından bağnaz, tutucu görülebilmektedir. Şehrimize farklı kültürlerin daha fazla girmesi gerektiğini, cafelerden, meyhanelerden, karhanelerden korkulacak bir şeyin olmadığını, artık bu gibi değişik hayat tarzlarını içimize sindirerek heterojenlikten kurtulmamız, bir dünya şehri olmamız gerektiğini savunanlar var. Oysa ecdadımız Osmanlı en ihtişamlı dönemlerini yaşarken, zenginliği ve toprak genişliği dudak uçuklatırken, değil Avrupa’nın kokuşmuş kültürünü ithal etmek, kendi kültürünü ihraç edebiliyordu. Yavuzlar’ın, Kanuniler’in zamanında Avrupa’da Osmanlı isimleri kullanılıyor ve Osmanlı gibi bıyık bırakmak moda oluyordu. Dans etmeye kalkışan Avrupalıyı bir Osmanlı Padişahı tehdit edebiliyor, değil Osmanlı tebaası, Avrupa’da dahi ahlaka mugayir davranışlar engellenebiliyordu. Şimdi camilerde görev yapan hoca efendilere müracaatla muta nikahı kıydırmak isteyen üniversiteliler için ilahiyatçılarımız ne düşünüyor acaba, bu da mı bir kültür zenginliği?
Bu şehrin geleceğinde sözü olan herkesin bugünden tezi yok, hemen bütün kurumlar olarak maddi kalkınmanın yanında manevi zenginliğimizi artıracak çok acil tedbirleri almak mecburiyetleri vardır. Öyle, boşanma oranlarımız Türkiye ortalamasının altında diyerek kendimizi avutamayız. O açıdan bakarsak, Hakkari’de hiç yok sayılır. Çünkü orada zavallı kadınlar mahkemeye giderlerse cesetleri geri geliyor. Şimdi üniversitemizin Kahramanmaraş’a gelişine sevineceğin hiçbir şeyi yok mu derseniz, derim ki, Ziraat Fakültemiz namusumuzu kurtardı elhamdülillah. Çünkü Ziraat Fakültesi kurulduğundan beri K.Maraş’ın neresinde ne yetişir, halka önayak oldu. Dağ taş bilinçli meyve bahçeleriyle donandı. O da yetmedi, Maraş 18 ve sütyemez ceviz cinslerinin patentini aldı. Hiç olmazsa bir şeyler yaptı. Dini hayatımıza dair, patenti üniversitemize ait, halkın dinini, imanını zenginleştirecek bir eylem, bir faaliyet varsa saklamayın, ilan edin sevgili büyüklerim. İlan edin ki, sizin de kaygılı olduğunuzdan haberdar olalım. Yok eğer millet olarak CAFE’leri zenginlik, meyhaneleri çeşitlilik olarak görmeye başladıysak, buyurun cenaze namazına.
Kalın sağlıcakla.