İbrahim (as) sayıya gelmeyen büyük koyun sürüleri olan bir peygamberdi. Ve çok cömertti. Hiçbir gün sofrasına misafirsiz oturmazdı. Bu yüzden Allah O’na “Halilim” (Sadık Dost) dedi. 
 

Bir gün Cebrail (as) insan suretinde gelerek Hz.İbrahim’i sınamak ister ve “Bana sürülerinden satar mısın?” der. İbrahim (as): “Bu sürüler Rabbim’indir, ben emanetçiyim. Ama bir kere Rabbim’i zikredersen tümünü sana verebilirim” der. Cebrail (as) üç kere “Sübbuhun kuddüsün rabbüna ve rabbül melaiketi verruh” der. İbrahim (as): “Buyur, sürüler senin olsun” der. Cebrail (as) der ki: “Ben insan değil, bir meleğim. Rabbin seni sınamak istedi. Gördüm ki, gerçekten sen Halil sıfatına layık bir peygambersin.” İbrahim (as) der ki: “Sen Cebrail (as) isen, ben de Halilü’r-Rahmanım (Rahman’ın Dostuyum), verdiğimi geri alamam.” İbrahim (as) sürüleri satar, bir mülk alarak vakfeder. İşte vakıf düşüncesinin ilk çıkış noktası bu olsa gerektir.

Efendimiz (sas) de Ali İmran Suresinin 92.ayeti inzal olduğunda onu ümmetine duyurdu. Allah (cc) buyuruyordu ki: “Sevdiklerinizden karşılıksız hayra sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilir.” 

Bu ayet-i kerime nazil olduğunda sahabe-i kiram seferber olmuş ve sevdiklerinden vakfetmek üzere birbirleriyle yarış etmişlerdir.

Yalnız bu yarıştan evvel 13 yıl boyunca Mekke-i Mükerreme’de “Vakıf İnsan” olma eğitiminden geçen sahabe-i kiram, bu kıvama bir günde gelmemiştir. 

Cahiliye döneminin; hak hukuk tanımayan, güçsüzü ezen, mazlumu yok sayan, çalan çırpan, nereden kazandığına hiç bakmayan insanını, Alemlerin Efendisi (sas) öyle bir eğitmişti ki, evine aldığı savaş esirine var olan ekmeğini yedirip kendisi aç duran yıldız şahsiyetler doğmuştu.

Vakıf insan çok önemli. Vakıf insan olmadan vakıf kurmak ta, yaşatmak ta çok zor. 

Vakıf insan hasbidir, asla hesabi olmaz. Onun gizli ajandası yoktur. Şeffaftır. Cemiyetin önündedir. Bir hizmetten diğerine koşturur durur. İnsanlardan beklentisi yoktur. Parlak ışıkların önünde durmaz, köşelerdedir. Kendi işiyle meşguldür. Bir işi bitirdi mi, diğerine koşar. Rağbeti Rabbi’nedir, insanlara değil.

Vakıf insanların ilk öncüleri Talha (ra)’dır, hurmalığını vakfetmiştir. Hz.Ömer (ra)’dir, Hayber’deki arazisini vakfetmiştir. Hz.Osman (ra)’dır, susuzluğun had safhada olduğu bir dönemde satın aldığı su kuyusunu vakfetmiştir. Onların açtıkları yoldan yürüyen selef-i salihin adeta bir “Vakıf Medeniyeti” kurmuşlardır, insanlık için.

Vakıf Medeniyeti, vakıf insanlar eliyle Osmanlı Devleti’nde en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. Osmanlı Devleti’ni bir vakıf cenneti diye tarif edebiliriz. Osmanlı’da bir insan doğumundan ölümüne kadar hayatının her safhasında vakıfla ve vakıf hizmetiyle karşılaşır, istifade eder, hizmet eder ve yaşatırdı. 

Vakıflar, Müslüman ülkelerin kimliğidirler. Tapusudur. “Vakıf İnsan” yaşadıkça vakıflar da yaşamıştır. 

Nitekim sömürgeci batılı devletler vakıf müesseselerinin, Müslümanların dünyaya hakim oluşlarındaki etkisini fark edince evvela “vakıf insanı” ortadan kaldırmışlar, sonra da vakıf malını alınır satılır hale getirmek için vakıf insan olduğunu unutan bu milletlere her türlü düzenlemeyi yaptırmışlardır. 

Şimdi her sokağın başına bir sadaka taşı dikseniz, başına birer tane güvenlik görevlisi koymanız gerekecektir. Gördünüz mü, vakıf insan olmadan vakıf yaşamıyor.

Bugün yıkılmış camiler, harap olmuş çeşmeler, satılıp el değiştirmiş hanlar, hamamlar, kervansaraylar, “vakıf insan”ın yokluğunu çekmektedirler. Allah’a sonsuz hamdü senalar olsun ki, 2000’li yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü büyük bir aslına dönüş hamlesi sayesinde, bizlerin de gözlemleyebileceğimiz bir bakım onarım seferberliği başlatmıştır. Ne var ki vakıf müesseselerinin onarılmasından daha önemlisi onların yaşatılmasıdır. Restorasyonu yapılan camiler, konaklar, hanlar, hamamla, işletmecilere verilirken çok hassas davranılmalı. Tarihi ve kültürel dokunun kıymetini bilmeyen adamlar varsa, bu işletmeciler arasından seçilip ayıklanmalıdırlar.

Yeniden ihyası için bunca emek sarf edilen vakıf mülklerinin yaşatılmasına yönelik bilinçlendirme çalışmaları okullardan başlamak üzere bütün toplum kesimlerine yayılmalıdır. 

Bir de kurulan yeni vakıflar var ki, onların da tarihteki yerini alabilmeleri için dürüst, ehil, vakıf insanlar tarafından yönetilmelerine özen gösterilmelidir. 

Bir vakıf eser meydana gelirken hiç haberi olmayan, lakin eser meydana çıktıktan sonra haşeratın bala hücum ettiği gibi hücum eden asalaklara, gözü dönmüş gaspçılara da fırsat verilmemelidir.

Şimdi birçok hizmet dalının devlet tarafından yürütüldüğü, eğitim, sağlık, ulaşım, cenaze, ordu hizmetlerinin geçmişte vakıf müesseselerince yapıldığını düşünürsek daha çok işimizin olduğunu hatırlarız. 

Vakıf mallarını işgal eden, onları babalarının malı gibi tepe tepe kullanan, bir gün hesabının sorulacağını hiç düşünmeyenlere gelince, onlara da deriz ki; 

Bir gün bir serçe kuşu, bir vakıf arazisinde debelenir, kanatlarına bulaşan tozu szin mülkünüze silkeleyiverirse o zaman sizin için mühlet dolmuştur. Gayretullaha dokunmuşsunuzdur. 

Yol yakınken herkes elinde bulundurduğu mülkün geçmişini bir araştırsın. Vakıf malıysa tez elden orayı terk etsin.

Vakıf Medeniyetimiz’in yeniden tesisi için önce vakfı yaşatacak vakıf insanları yetiştirmek, sonra da daha nice vakıf müesseseleri oluşturabilmek dileğiyle.

Kalın sağlıcakla.