MAKAM SORUMLULUĞU-2

Önceki yazıdan devam Önce kendilerinin de insanlardan bir insan olduğunun farkında olmaları gerekir. Kuran-ı Kerim’de Efendimiz (sav)’e “De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” (Fussilet/6) buyrulduğu gibi veHz. Rasulullah (SAV)’in: “ben sizden bir beşerim, sizden birisiyim; hem ağlarım hem de gülerim” buyurduğu gibi idarecilerinde öncelikle insanlardan bir insan olduklarının farkında olmaları gerekir. İşte, bizlerden birisi bizim önümüze geçer ve bizi idare eder. İslam bu idari mekanizmadaki sorumluluğu çok ciddiye almaktadır. İnsanoğlu incinmemeli, insanoğlu ağlatılmamalı, insanoğlunun hakkına geçilmemeli, insanlar arasındaki idari mekanizma adalet kavramı ile idare edilmeli, birlik, beraberlik ve kardeşlikleri sağlanmalı, kendilerinin hak ettikleri bütün dünyevî imkânlar kendilerine sağlanmalı; bunda hiçbir hileye gidilmemeli bunda kişisel ve bireysel payeye gidilmemeli, burada hırs kendisi için değil bütün insanlık için olmalıdır. Kendisi neye ağlıyorsa bilmeli ki idare ettiği de ona ağlar; kendisi neye seviniyorsa bilmeli ki idare ettiği de ona sevinir. Bu duygu ile İslam, kendi manasında gizli olan sevgiyi ve huzuru idari mekanizmaya ve aynı zamanda koltuk sahibi olan insanlara aşılamaktadır. Onların güçleri, koltukları değil belki de kalplerinde taşımış oldukları korkuları olmalıdır. O korkunun adı da Allah korkusudur. İslam herkese olduğu gibi idarecilere de Allah’ın korkusunu aşılamakta, oldukları makamdan onların bir gün muhakkak hesaba çekileceğini onlara hatırlatmaktadır. “Sizler elbet bir gün hesaba çekileceksiniz ve olduğunuz makamdan muhakkak bir gün sorguya çekileceksiniz” demektedir. Ve aynı zamanda bu sorgu dairesinde kendilerine güç ve kuvvet vermektedir. Değerli kardeşlerim! Hayat ebedi değil, dünya da ebedi değil. Dünkü idareciler gittikleri gibi bugünküler de elbet bir gün gideceklerdir. Dünkü zenginler gittikleri gibi bugünküler de elbet gideceklerdir. Dünkü şöhret sahipleri gittikleri gibi bugünkülerde elbet gideceklerdir. Dünya hiç kimseye kalmayacaktır. O zaman bu kalıcı olmayan dünyada elimizdeki bu emanetlere sahip çıkacağız; makam emanetine sahip çıkacağız, mal emanetine sahip çıkacağız, şöhret emanetine sahip çıkacağız. Bunlar bizim için ayağımızı kaydıran değil, belki de “geleceğe bir zahire olsun, bir azık olsun” diye bakacağız. Eğer bizlerin ayağını kaydıracak şekilde onları kullanırsak, bilmeliyiz ki o nimetin insanın elinde kalabileceği ya on yıldır, ya yirmi yıldır ya da kırk yıldır. Elbet bir gün bu onun elinden alınacaktır. Elinde olmayan bu makam ve şöhret hırsı elbet bir gün tükenecektir. Onun adına üzülmesi gerekiyor; “elimden alınan bu makamın, şöhretin, paranın hesabı bir gün bana sorulacaktır” diye korkuya kapılmalıdır idareci. Ve o korku ile milletine, memleketine, vatanına, bayrağına hizmet etmelidir. Eğer o korku ile değilse, onları elinin altına almış “istediğim gibi yoğururum” anlamıyla “nefsimin istediği şekilde onları alır götürürüm ve ailemin bütün istek ve arzuları için kullanırım” diye bakarsa bilsin ki bu günler elbet bir gün kendisinin üzerine batacaktır. Bugünler ebedi değildir ve o baktığı günde kendisi için en büyük zarar günü olacaktır. Onun için, değerli kardeşlerim. İslam’ın makam mesuliyeti noktasındaki bakışı çok keskindir. O, karınca hukukunu gözetleyendir, ağaç hukukunu gözetleyendir, kedi hukukunu gözetleyendir, o var olan bütün nefes sahibi vücutların ve hatta azaların hukukunu gözetleyendir ki, bu hukuku gözetleyen de insanı kendi makamında başıboş bırakmaz. İstediği gibi onun caymasına izin vermez, istediği gibi o makamı kullanmasına izin vermez. O kendisi için verilen emaneti bilmeli, hakkından gelmelidir. Baba, yani bir ev reisi baba kendisini bilmelidir, bir mahalle muhtarı kendisini bilmelidir ve bu şekilde idari mekanizmayla herkes kendi sorumluluğunun idrakinde olarak hareket etmelidir. Elinin altındaki insanlara bakış açısı kendisi gibi olmalıdır. Orada Allah’ın rızasını gözetlemeli, insanlığı gözetlemeli ve insan kimliğini ortaya koymalıdır. Aksi halde gün farklı bir şekilde kendisi için sona erebilir, ömür bitebilir. O zaman çok pişman olur, ama fırsat elden geçmiş, imkân elden kaymış, ne olacağını bilmediği bir şeyle karşılaştığı zaman da artık gözyaşının da fayda vermeyeceği şekle gelir. Onun için, değerli kardeşlerim. İslam’ın ruhu çok farklıdır İslam’ın şairleri olarak meşhur olan Abdullah bin Revaha ve Hassan bin Sabit gibi sahabeler, bugünkü medya diye tabir ettiğimiz değerle Rasulullah (sav)’in yanında olan bu insanlar Rasulullah’ı küfre karşı, kâfirlere karşı savunurlar ve onun hareket mekanizmasının kuvvetli ve güçlü olduğunu ifade ederlerdi. Öyle ki Rasulullah (sav) de “Onların dilleri üzere onlara cevap verin” diyerek onlara izin verirdi. Hassan bin Sabit ve Abdullah bin Revaha, cahiliye ve müşrik olan şairlerin Rasulullah (sav)’i ve onun kardeşleri olan sahabeleri ve dinini hiciv ederken, bunlarda Rasulullah (sav)’i korumaya çalışırlardı. Bunu yaparken de Rasulullah (sav)’in “Onlara Ruhu-l Kudüs’le cevap ver.” uyarısıyla yaparlardı. Yani onlara meleklerin, Cebrail’in dili ile cevap ver ya Hasan. Yani diline sakın ha sakın onların kullanmış olduğu o kötü lafızları kullanarak cevap verme. Öyle bir şekilde, öyle bir edebiyat uygula ki onlar boyun üstü düşsün ve boyunları altlarında kalsın. Onlara öyle bir edebi dille gel ki onlar konuşamasınlar ve senin edebiyatını çözecek şekilde de güçleri olmasın. İşte, Efendimiz (sav)’in şairleri öyle bir dille, öyle bir okla gelirler ki o oklar müşriklerin yüreklerine ve beyinlerine yerleşir. Öyle bir dille, öyle bir üslupla Rasulullah (sav)’i savunuyorlar ki onlar o şairlerin sözlerinde bizim halk dili dediğimiz o basit dil kurallarını göremiyorlar. Bakıyorlar ki öyle bir edebi üslup var ki o edebi üslubun altında kalıyorlar. İşte bu şairler hakkında ayet iner ve aynı zamanda bir sure, Şuara (şairler) adında bir sure ismi konulur. Değerli kardeşlerim, burada Rasulullah (sav)’e inen bir ayet-i kerime vardır. Zalimler ve mazlumlar arasındaki bir hadiseyi ifade etmekte ve insanları idare etme noktasındaki insanların insana bakış açısının manzarasını ayeti kerime ifade etmektedir. Bunlar bizim lafızlarımız değil, bizim sözlerimiz değil; bunlar Kuran’ın sözleri, vahyin sözleri. Çünkü değerli ümmet! Siz öyle bir aziz ümmetsiniz ki vahiy sizi başıboş bırakmamıştır. Ama vahiyden kopuş varsa o da bizim zelletimizdir, bizim eksiğimizdir. Bizler vahiyden eksik kalmışız, vahiyden uzak kalmışız ve anlamıyoruz. O nedenle burada, zalimle mazlum arasındaki ilgi ve alakayı, ilişkiyi, makam sahibi olanlarla makamsızlar arasındaki irtibatı, Kuran ortaya koymaktadır. Devamı gelecek